30 Ocak 2009 Cuma

Les Quatre Cents Coups-400 Darbe(1959)



Bir çoğumuz büyüdüğümüzde, dünyaya bir çocuğun gözünden bakabilmeyi unutuyoruz...

François Truffaut, bildiğimiz gibi dünya sinemasının önde gelen isimlerinden fakat onu bu önceliğe taşıyan farkı nedir diye düşündük mü hiç? Bugün, Jules ve Jim filminden sonra 400 Darbe'yide seyretme fırsatım oldu. Truffaut'ya güvenim sonsuz olduğundan büyük bir rahatlıkla oturdum koltuğuma. Emindim ki Jules ve Jim gibi bu da farklı bir tat verecekti sunduğu görsellikle. Yeni Dalga akımının öncüsü Truffaut'nun bu eseri kendi çocukluk ve gençliğiyle de paralellikler göstermektedir. Filmde, Truffaut'nun gözünden dönemin Fransa'sının kanunlarına, aile yapısına, eğitim sistemine ve özgürlük anlayışına şahitlik ediyoruz.

Bazı yönetmenler bize hissettirmek istedikleri duyguları sözler aracılığıyla ulaştırır, bazıları ise öyle bir görsellik sunarki, söze gerek kalmadan en derinden hissederiz yaşanan acıları ve mutlulukları. İşte bana göre Truffaut tamda bunu yapıyor. Film bir çocuk etrafında dönüyor ve siz filmin akışına bırakıveriyorsunuz kendinizi... Bundan sonra filmin küçük kahramanı Antoine'ın gözleri sizin gözleriniz, beyni sizin beyniniz oluyor. Sizde onunla birlikte o yaşlara dönüyor ve onun duygularına ortak olurken buluyorsunuz kendinizi... İşte ozaman anlıyorsunuz ki, anne ve ya baba olduğumuzda unutuyoruz dünyaya çocuğun bakmayı ve kendi gerçeklerimiz onunda gerçekleri olsun istiyoruz. Anne ve babasının baskıcı davranışları bir yandan bir de okuldaki çarpık geleneksel yöntem Antoine'ı iyice bunaltıyor ve bunun üzerine yakın arkadaşıyla birlikte okulu kırıyorlar. Zaten filme ismini veren "Les quatre cents coups"'da Fransızca'da okul kırmak anlamını taşımaktadır. Arkadaşıyla hayaller kuran ve artık hayalleri üzerine yaşamak için yola çıkan iki arkadaş bu uğurda hırsızlıkta yapacaktır.Maalesef Antoine bu hırsızlık suçundan dolayı ailesini bir kez daha peşine takacak ve daha ağır bir cezayla yüzleşmek durumunda kalacaktır. Filmin sonu ise, aslında gene tipik bir fransız filmi olarak bitiyor, insanı düşüncelere sürükleyen ve "Aaa nası ya film bitti mi?" diye şaşkınlık içinde bırakan türden.


Hayatlarımızın her bir dönemi zor fakat çocukluk en çetrefillisi belkide... Çünkü ne kendimizi savunacak gücümüz, ne verdiğimiz kararları uygulayacak ortamımız, ne de ayrı bir hayat kuracak şansımız oluyor. Bu yüzden de çocukken aldığımız kırgınlıklar, yaralar ömür boyu paçamızı bırakmıyor, bir gölge gibi her olayda yakamıza yapışıyorlar sanki... Çocuk olmak en zoru, hele ki yanlış bir sistemin içinde büyüyor ve bu dünyayı anlamakta güçlük çekiyorsanız...

28 Ocak 2009 Çarşamba

Kite Runner



Son zamanların en güzel, en iç yaralayıcı ve aynı zamanda en gerçekçi filmlerinden biri herhalde Uçurtma Avcısı... Mutlaka izlenmesi gereken ve arşivinizde yerini acilen edinmesi gereken bir Marc Foster yapımı.

Film Amir ve Hassan adlı iki çocuğun hayatlarını konu alırken aslında izleyiciyede sosyal olaylar hakkında düşünme fırsatı sağlıyor. Filmde her şey belli bir sakinlikte giderken, Taliban rejiminin hakimiyetiyle ülkede değişim rüzgarları esmeye başlıyor. İşte o anda film seyirciyi ekrana yapıştırıyor. Taliban'ın insanlara yaşattığı ürpertici zamanlar tüm gerçekliğiyle gözler önüne seriliyor aynı zamanda dikkat çeken bir diğer nokta ise, şu an yaşadığımız toplumdada hissettiğimiz gibi dikta rejimini uygulamaya çalışanlarında bu rejime inanmıyor oluşu ve sadece toplumu tek bir güç altında toplayıp yönetmek için bu yola başvurmaları filmde düşündürücü bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Öte yandan, filmde bir kez daha doğu ülkelerinde kadın olmanın zorluğununda altı çiziliyor. Film boyunca bir an olsun heyecanımı yitirmemişken filmin sonunda büyük bir hayal kırıklığı yaşadığımıda söylemeden geçemeyeceğim. Çünkü, maalesef filmin sonu Amerikan Rüyası'na bağlanarak bitiyor. O kadar olay, o kadar zorluğun sonucunda doğrusu filmi yakışan daha gerçekçi bir son beklerdim fakat maalesef bu aralar her şeyde olduğu gibi buradada Amerika gene kahramanlık rolünü üstlenip kollarını her milletten ve her renkten insana açmış olan rüyalar ülkesi rolünü üstleniyor. Buda o kadar gerçekliğin sonunda gözlerimizi boyamaktan öteye götürmüyor.


Bu arada aklıma kazınan son bir şeyse insanlar hakkaten de 7 sinde neyse 70 inde de öyle oluyorlarmış.. Her ne kadar Amir büyüdüğünde değişmiş desekte, aslında onunkiler değişimden öte mecburiyetin ve vicdanının onu yapmaya sürüklediği eylemlerdi... Yani, herkesin öyle yada böyle tekrar iyi olması için bir yol vardır.!

Ensemble,C'est tout



Uzun bir süredir peşine düştüğüm ve hiç bir filmini kaçırmamak için kitapçı kitapçı dolaştığım iki ünlü oyuncunun sonunda ortak bir filmini buldum! Kim mi bunlar? Her ikiside Fransa'nın son yıllarda atağa geçen iki genç oyuncusu olan Audrey Tautou ve Guillaume Canet. Audrey Tautou denince hepimizin ilk aklına gelen "Amélie" filmindeki o garip ama tatlı kız oluyor. Guillaume Canet ise "Jeux d'enfants" 'dan aklımıza kazınan hem oyuncu hemde yönetmen olan ünlü isim.


Ensemble, c'est tout' yu izledikten sonra aklımda oluşan ilk izlenim "İşte tipik bir Fransız yapımı!" oldu. Ama tabii ki filmde bundan çok daha fazlası mevcut. Öncelikle film, son yılların ünlü yazarı Anna Gavalda'nın kitabından sinemaya aktarılmış. Anna Gavalda'nın daha önceki kitaplarından da yola çıkarak filminde temel taşını "ilişki" olgusunun oluşturduğunu söyleyebiliriz. Tabii hepsi ilişkilerle sınırlı değil. Film 30'lu yaşlarında birbirinden farklı üç kişinin hayatlarının nasıl kesiştiğini, hatta bu farklı karakterlerin bile aslında paylaşacak bir çok ortak noktalarının ortaya çıktığını bizlere sunuyor. Camille (Audrey Tautou) hayatta yaşadığı bazı zorluklardan ötürü çevresine karşı bir duvar örmüş genç bir ressamdır, aynı apartmanda oturduğu çok iyi bir aileye mensup, kendine güveni olmayan Philibert ile arkadaş olurlar. Öyleki, Philibert'in iyi niyeti ve nazikliği bu ikiliyi aynı evin içinde yaşamaya kadar götürecektir. Fakat onların haricinde onlarla aynı evi paylaşan huysuzluğu, umursamazlığı ve sıkıntılarıyla ünlü aşçı Franck (Guillaume Canet) Camille'le anlaşmakta zorluk çekecektir. İkilinin arasındaki sürtüşme zamanla onları "bi araya" getirecektir.


Hayatta olmaz dediklerimiz, hiç beklenmedik olaylarla bizleri bir araya getiriyor ve aşk her yaraya merhem olmaya devam ediyor...